İSTANBUL ÖTEKİLERİN GÜNDEMİ- Ötekilerin Gündemi olarak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Şair-Yazar Muazze Uslu Avcı ile kadının sanat ve edebiyattaki tarihsel sürecini konuştuk.
Ö.G: Kadınların sanat, felsefe ve edebiyattaki konumları tarihsel süreçlerde nasıl şekillenmiştir?
M.U.A: Kadınların tarih boyunca sanat ve edebiyattaki rolleri, toplumsal cinsiyet, kültürel normlar, ekonomik ve siyasi yapılar tarafından belirlenmiştir. Kadınlar, sanatsal üretimde hem yaratıcı hem de ilham kaynağı olarak var olmuşlardır; ancak tarihsel kayıtlarda genellikle erkeklerin gölgesinde kalmışlardır.
Ö.G: Tarih boyunca dünya medeniyetlerinde kadınlar, sanatın ve edebiyatın içinde ne ölçüde varlık göstermiştir?
M.U.A: Eski medeniyetlerde kadınlar, daha çok üretim alanında görünür olmuşlardır. Örneğin, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma'da kadınlar çömlekçilik, dokuma ve dini ritüel nesnelerinin yapımında yer alsalar da, eserleri çoğunlukla anonim kalmıştır. Akad Kraliyet ailesinden gelen rahibe ve şair Enheduanna (MÖ 23. yy) gibi istisnalar da mevcuttur.
Ortaçağ Avrupası'nda kadınlar, manastırlarda el yazmaları, tezhip ve tekstil sanatlarıyla ilgilenmişlerdir. İslam dünyasında ise kadınlar, özellikle halı dokuma ve hat sanatında çalışmışlar; ancak isimleri kaydedilmemiştir. Örneğin, 10. yüzyıl Endülüs'ünde Córdoba'lı Lubna, kütüphaneci ve şair olarak öne çıkmıştır.
Rönesans döneminde kadınlar, sanatçı olabilmek için loncalara üye olmak zorunluluğu vardı; ancak bu dönemde kadınlar daha çok baba veya kocalarının atölyelerinde çalışmışlardır. İspanyol saray ressamı Sofonisba Anguissola ve Barok dönemin kadın ressamı Artemisia Gentileschi gibi isimler, eserlerinde kadın kahramanları işlemişlerdir.
Ortadoğu coğrafyasında kadınlar hala ortaçağın tezahürünü yaşamaktalar. Baskıcı, radikal dinci yönetimler kadınları eviçlerine kapatıp sadece doğuran büyüten yediren bir hizmetçi katogorisine indirmişlerdir. Ortadoğudaki kadınlardan nadir de olsa şair ve ses sanatçıları çıksa bile tutarlı bir ilerleyiş yoktur. Yine de kadının sanatta görünür olmasının ölçütü nüfuslu ve maddi gücünün olmasıyla orantılıdır. Ayrılacıksız olan kadınların en büyük sanatatı, mani dizmek, ölülerine ağıt yakmak ve çocuklarına ninni söylemekten öte pek gidememiştir.
20. yy Avrupasında feminist kadın hareketlerin güçlenmesiyle kadınların sanattaki varlıkları artmıştır. Bu dönemde Frida Kahlo, otoportreleriyle beden politikasını sorgulamıştır. Feminist Sanat Hareketi ile kadınlar, sanat tarihinin erkek merkezli yapısını eleştirmişlerdir. Günümüzde kadınların görünürlüğü artmış olsa da, eşitsizlikler hala devam etmektedir. Dönemin teknolojik sıçramaları dijital avantajlar ve sosyal medyalar gibi platformlar kadın sanatçılar için alternatif alanlar yaratmıştır.
Ö.G: Sanattan bahsettik; ancak edebiyata pek değinmedik. Kadınların edebiyat içindeki varlığından da bahseder misiniz?
M.U.A: Sanatta olduğu gibi edebiyatta da kadınların konumu, toplumsal cinsiyet rollerinin, kültürel normların ve tarihsel koşulların etkisiyle şekillenmiştir. Kadınlar hem yazar hem de karakter olarak edebiyatta varlık göstermiş; ancak erkek egemen sistemler tarafından sınırlandırılmış, görünmez kılınmış veya ötekileştirilmiştir.
Antik dönemde lirik şiirin annesi olarak bilinen Sappho ve Hindistan'da Mirabai, Tanrı Krishna'ya adanmış lirik şiirleriyle tarihte öne çıkmıştır. Ortaçağda kadınlar, daha çok dini metinler yazmışlardır. Hem Hristiyan hem de İslam dünyasında pek çok kadın yazar, eserlerini isimsiz ya da erkek mahlasıyla yayımlamıştır. Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde de kadınlar, toplumsal baskılar nedeniyle erkek isimleri kullanmışlardır. 20. yüzyılda Virginia Woolf, Simone de Beauvoir gibi yazarlar öne çıkmıştır.
Kendimize bakacak olursak: Bizim ülkemize 'de de kadın sanatçılar özellikle cumhuriyet dönemiyle varlık göstermeye başlamıştır. Kürt Türk, Ermeni kadın edebiyatçılar her dönem daha da çoğalarak varlıklarını göstermektedir.
21.yy teknolojik devrimlerin sıçrama çağı olmuştur. Teknolojinin ayukka çıkması insanlık için olumlu bir ilerleme olsa da doğa ve dünya için iyi olacağını söylemek zor. Ancak teknolojik ilerleme kadınları daha özgür kılmıştır. Kamusal alanda sınırlanmış birçok kadın artık dijitalleşme ile birlikte dünya ile bağlantı kurabiliyor. Ayrıca bu olanaklar birçok kadın yazarın önünü açmış ismlerinin duyulmasında önemli birer araç olmuştur.
Ö.G: Edebiyat ve sanattaki rollerini konuşmuşken, bir soru da felsefeye ayıralım. Kadınlar felsefede hâlâ görünmez mi?
M.U.A: Evet, istisnalar olsa da bir kadının filozof olabileceği hâlâ kolayca kabul edilmiyor. "Kadın felsefeci mi olur?" gibi önyargılar devamlı yeniden üretiliyor. Tarih boyunca kadınlar duygu, his, beden ile; erkekler ise akıl, mantık ve düşünce ile özdeşleştirildi. Bu nedenle kadınların "büyük düşünce" üretemeyeceği yanılsaması yaygın. Oysa Hannah Arendt, Simone de Beauvoir, Rosa Luxemburg gibi isimler, politik felsefede derin izler bıraktı.
Ö.G: Kadınların sanat ve edebiyattaki konumunu nasıl okumalıyız? Sadece sınıfsal mı, yoksa hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyet temelli bir mesele olarak mı ele almak gerekir?
M.U.A: Elbette iki faktör iç içe geçmiş olsa da, tarihsel ve kültürel bağlamlara göre ağırlıkları değişir. Kadınların sanat ve edebiyattaki konumu da diğer toplumsal durumlarından farklı değildir. Toplumsal cinsiyetin sınıfsal koşullarla kesiştiği bir alanda şekillenir her şey. Cinsiyet, kadınları sistematik olarak dezavantajlı konuma iten ana eksen olsa da, bu dezavantajın derinliği sınıfsal, ırksal ve kültürel bağlamlara göre değişir.
Örneğin, varlıklı bir kadın, erkek meslektaşları kadar özgür olmasa da, bir köylü kadına kıyasla sanat ve edebiyat üretebilme şansına daha fazla sahip olabilir. Beyaz bir kadın, hem emeğini sömüren, hem erkek egemen edebiyat dünyasında mücadele ederken, Siyah işçi sınıfından bir kadın yazar hem cinsiyetçilik hem de ırkçılıkla yüzleşmek zorunda kalır.
Dolayısıyla, "Sınıf mı, cinsiyet mi?" sorusuna "Her ikisi, ama cinsiyet merkezde" yanıtı verilebilir. Toplumsal cinsiyet, kadınların sanat ve edebiyattaki tarihsel dışlanmasının temel dinamiği olarak işlerken, sınıf bu dışlanmanın şiddetini ve biçimini belirler.
Ö.G: Peki, tüm bu koşullara rağmen kadınlar sanatta nasıl özgürleşecek?
M.U.A: Kadın emeğinin kapitalist düzende iki kat sömürüldüğü doğrudur. Kadınlar hem ev içinde ücretsiz iş gücü olarak görülmekte hem de iş hayatında daha düşük ücretlerle, daha güvencesiz koşullarda çalıştırılmaktadır. Bu yapısal eşitsizlik, kadınların sanata ve edebiyata ayırabilecekleri zamanı ve enerjiyi de doğrudan etkiliyor.
Binlerce yıldır ezilen, horlanan, hakkı gasbedilen kadın sınıfının mücadelesi, kimi dönemlerde söndürülmeye çalışılsa bile hep devam etmiştir. Binlerce yıllık bir sorun birden ortadan kalkmaz; özgürlük bir anda kazanılmaz, özgürlüğün bedeli mücadeledir.
Bu mücadelede en önemli şey, kadınların birbirleriyle dayanışma ağı örmesidir. Kadınlar, birbirlerine daha fazla alan açmalı ve erkek egemen sistemde yer edinmek yerine kendilerine yeni sistemler inşa etmelidir. Sanat ve edebiyat, sınıfsal ve cinsiyet eşitsizliğine karşı bir direniş alanı olarak kullanılmalıdır. Kadın ve erkek ancak toplumsal olarak eşit hale geldiğinde, sanatta ve edebiyatta da eşit söz hakkına sahip olacaktır.
Ö.G: Kadın hem erkeği doğuran, hem sevgili, hem eş, hem kardeş, hem kız çocuğu... Tarih boyunca kadının erkek egemen sistemlerce eziliş hikayesini okuyoruz. Sizce kadın ve erkek arasındaki bu sınıfsal mesele ne zaman ve neden ortaya çıkmıştır? Kadının tutsaklığı nerede başlamıştır?
M.U.A: Bu sorunun cevabını bulabilmek için farklı disiplinlerden teorileri birlikte ele almak gerekir. Erkek egemenliğinin ve kadınların tarih boyunca sistematik olarak ezilmesinin kökenleri, psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve kültürel dinamiklerin iç içe geçtiği karmaşık bir yapıya dayanır.
Belki de soruların cevabını antropoloji, sosyoloji, psikoloji gibi bir çok disiplinde aramak gerekir.
Mesela ilk aklıma gelenler:
*Tarım toplumlarının gelişmesiyle toprağın ve mülkün önem kazanması, erkeklerin fiziksel güçlerini kullanarak tarım ve savunma alanlarında dominant hale gelmesine yol açmış olabilir. Kadınların ise doğurganlıkları ve "soyun devamı" açısından kontrol edilmesi, miras ve mülkiyetin erkek soyuna aktarılması için araçsallaştırılmış olabilir.
*Antik çağlardan itibaren ataerkil kurumların güçlenmesiyle din, hukuk ve mitoloji, erkek egemenliğini meşrulaştırmış olabilir. Sümer tabletleri ve Eski Ahit'te Havva'nın Adem’i "baştan çıkarması", kadının "günahın kaynağı" olarak kodlanmasını pekiştirmiş olabilir
* Bazı psikolojik analizlere göre erkekler, kadınların doğurganlık gücünü (yaşam yaratma yetisini) ve duygusal derinliğini bilinçaltında bir tehdit olarak algılamış olabilirler. Bu korkuyu bastırmak için kadın bedeni ve kimliği üzerinde kontrol kurma ihtiyacı duymuş olabilirler.
*Erkekler neden bunu istiyor?" sorusunun psikolojik altyapısı nedir? Güç ve kontrol ihtiyacı mı? Toplumun erkekten beklediği "güçlü olma" rolünü, kadınları boyun eğdirerek mi teyit etmek istiyorlar? Mesela Carl Jung ''Erkekler, kendi içlerindeki "dişil" yanı (duygusallık, zayıflık) bastırmak için kadını dışarıda kontrol etme eğiliminde olabilirler'' der..
*Kapitalist sistem açısından bakıldığında, kadın emeğinin ücretsiz ev işi olarak görülmesi, erkeklerin sosyal ve ekonomik statüsünü korumasına hizmet ediyor olabilir. Kapitalizm için hayati önem taşıyan bu emek, erkek egemenliğini ekonomik olarak da sürdürülebilir kılmaktadır.
Ö.G: Son bir soru: Erkek egemenliği kader midir, tarihin inşası mı? Bu egemenlik nasıl yıkılacak?
M.U.A: Erkek egemenliği ne kaderdir ne de kaçınılmazdır; tarihsel olarak inşa edilmiş bir sistemdir. Ve tarihsel olarak inşa edilen her sistem gibi, bu da yıkılabilir.
Ancak bu sürecin ilerlemesi için sadece kadınlardeğil, erkeklerde birlikte kadınların demokratik mücadelelerine katılmalıdır. Kadın hakları, İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası metinlerle korunmalı ve bu hakları elimizden almaya çalışan iktidarlara karşı kadın-erkek birlikte mücadele etmelidir. Kadınların, hem sınıfsal hem kimliksel hem de cinsiyet temelli ezilmişliklerine karşı, her anlamda ve her alanda mücadeleyi yükseltmesi şarttır.