Yazar Birsen Güneş'in bugünkü köşe yazısında, ' Ev Kadını mı Dediniz? Kime Ait Bu Ev? ' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Ev Kadını mı Dediniz? Kime Ait Bu Ev?
"Ev kadını" dediğimizde aslında ne söylüyoruz? Daha da önemlisi, neyi normalleştiriyoruz?
Bu iki kelime bir araya geldiğinde ilk aklımıza gelen şey, sanki kadının eviyle bütünleşmiş, başka bir yerde var olamayan bir kimliğe bürünmesi. Oysa bu sadece bir tanım değil; çok katmanlı, politik bir inşa. Kadını tanımlarken onu eve ait kılmak, onun toplumsal konumunu belirlemekten çok, sınırlamaktır.
Bir çocuğa “ev çocuğu” demiyoruz mesela. Çünkü biliyoruz ki çocuk, belli bir yaşa kadar zaten korunma ve bakım gerektiriyor, ama bununla onu evle özdeşleştirmiyoruz. O çocuk sokağa da çıkabilir, okula da gider, oyun da oynar. Ama kadın... Kadın evin bir parçası gibi tanımlanıyor. Ev kadını denildiğinde, onun dışarıyla kurduğu bağın önemsizleştiğini, neredeyse tehlikeli bulunduğunu hissediyoruz. Çünkü dışarısı kadını özgürleştirir; oysa ev, sistemin onu “güvende” tutma bahanesiyle sınırlandırdığı yerdir.
Düşünün, bir kediye "ev kedisi", bir kuşa "ev kuşu", bir köpeğe "ev köpeği", bir tavşana "ev tavşanı" diyoruz. Çünkü bu canlılar doğalarından koparılmış, özgürlükleri ellerinden alınmış ve eve mahkûm edilmişlerdir. Ev kadını ifadesi de farklı değil. Kadını özgür bir birey olmaktan çıkarır; onu yalnızca evin içinde yaşayan, dış dünyayla bağı kopmuş, görünmeyen bir gölgeye dönüştürür.
Kadının ev dışında nefes alabileceği bir alan kalmamıştır; evi onun hem sınırı hem de görünmez hapishanesidir.
Kadın burada bir birey değil, evin içinde tanımlanan bir role indirgenmiş, sınırları çizilmiş, görevleri belirlenmiş bir figür. Ve biz bunu o kadar içselleştirmişiz ki yüzyıllardır sorgulamadan kullanıyoruz.
Kadını sadece evin içinde düşünen bir dil, onun emeğini, üretimini, hatta varlığını görünmez kılar. Oysa bir kadının sabah kalkıp çocukları hazırlaması, yemek yapması, evi temizlemesi; hayatın devamını sağlayan bir üretim biçimidir. Ama bu emeğe ne maaş verilir, ne sosyal güvence tanınır. Ve sonra bir de üstüne “çalışmıyor” denir.
O ev kadını değil; görünmeyen bir emekçi, sessiz bir direnişçidir.
"Ev kadını", "ev hanımı", "ev emekçisi"... İsimler değişse de hakikat aynı kalır: Hiçbirinin sosyal güvencesi yoktur. O kadın, sadece kendi evini değil, toplumu ayakta tutar. Çocuk yetiştirir; akademisyen, doktor, mühendis yetiştirir. Tüm bunları yaparken, çoğu zaman evin içinde ona ait bir alan bile yoktur. Ne bir masası, ne bir sandalyesi... Tüm alanların sağlıklı işleyebilmesi için mücadele verirken, kendi emeği hâlâ görünmezdir.
Üstelik bu emeğin karşılığında ne bir emeklilik hakkı vardır ne de ekonomik bir bağımsızlık. Çünkü "ev kadını" denilen ev, çoğu zaman kadının üzerine değil, "evin reisi" olarak tanımlanan erkek üzerine kayıtlıdır. Haneye giren gelirin üzerinde kadının hiçbir kontrolü yoktur. Türkiye’de aktif bireysel dijital bankacılık kullanan 57 milyon kişinin sadece %34’ü kadındır.
Kimi zaman kadınlara miras hakkı tanınmaz. Geleneksel baskılar ve toplumsal normlar nedeniyle birçok "ev kadını" ya miras hakkını talep edemiyor ya da almak istemiyor gibi gösteriliyor. Ya da red etmek zorunda kalıyor. Bu da kadınların ekonomik bağımsızlığını ciddi şekilde engelliyor.
Yani kadının evi bile, çoğu zaman onun değildir.
İşin bir başka boyutu daha var: Kadın bu rollerin içine sıkıştığında, ekonomik bağımsızlığını kaybeder, karar alma süreçlerinden dışlanır, en önemlisi de zamanla kendi potansiyelini unutabilir. Bu yüzden “ev kadını” ifadesi yalnızca bir tanım değil; sistemin kadını denetim altında tutma aracıdır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği yalnızca ekonomik ya da sosyal alanlarda değil, dilin kendisinde de kök salmış durumda. Erkek üretime katılmadığında “çalışmıyor” denilerek eksiklik atfedilirken, kadın üretim dışı bırakıldığında bu durum “ev kadını” gibi meşrulaştırıcı bir ifadeyle normalleştiriliyor. Bu söylem, kadın emeğini görünmezleştirirken, erkekliği her koşulda kamusal alana ait ve üstün bir konuma yerleştiriyor. Dil, burada yalnızca bir anlatım aracı değil; aynı zamanda ataerkil düzenin ideolojik taşıyıcısıdır.
Erkek çalışsın ya da çalışmasın, dil ve söylem aracılığıyla onun egemenliği yeniden üretilirken, kadın emeği ise tanımsız bırakılıyor.
Ev, herkesindir. Kadın, sadece evin değil, hayatın her alanının öznesidir.