Hukukçu Eylül Yaylacı, bugünkü köşe yazısında ' Muhalefet Sınavda: Sokak Hareketi Nereye Gidiyor? ' başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Muhalefet Sınavda: Sokak Hareketi Nereye Gidiyor?

2017 yılındaki referandum ile Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesi ve o tarihten bu yana adım adım otoriter bir rejime doğru ilerlenen bu süreç boyunca, yaşanan en umutvari gelişme son günlerdeki sokak hareketi ve gençliğin başını çektiği toplumsal muhalefetin varlığıdır.

                 

Geçmişte benzer toplumsal hareketlenmelere baktığımızda, Gezi ve Arap Baharı gibi olayların bir isyan hareketi olmasına rağmen bir örgütlülüğü, önderliği ve yerine konulacak bir programı olmadığı için başarıya evrilemediği görülmüştür.

Türkiye’de son günlerde yaşanan durum bir partinin öncülüğünde gibi görünse de esasında sokak hareketinin öncülük ettiği bir hareket olduğu konusunda herkes hemfikir. CHP’nin bu hareketi doğru yönetip yönetmeyeceği, bu örgütlülüğü büyütüp seçime kadar canlı tutup tutmayacağı daha konuşulurken, haftasında sokak hareketinin CHP tarafından sonlandırıldığını öğrendik.

İmamoğlu’nun siyasetten tasfiye edilmesi, Mansur Yavaş’ın belediye başkanlığı döneminin bitiminden sonra bırakacağını söylemesi, Erdoğan’ın karşısındaki rakip adayın Özgür Özel olması için gerekli zemini hazırlaması gibi sebepler, toplumun “İkinci Gezi” diye umut bağladığı son günlerdeki sokak hareketliliğinin sönümlenmesine etki eden olumsuz etkenler olmuştur.

Erdoğan 2013 yılındaki gezi olaylarından, dini ve terörü kullanarak (camide içki içtiler, başörtülü bacıma hakaret ettiler, marjinaller sokağı terörize ediyor vb. algılarla), çıkmayı başarabilmişti ama bugün ortaya çıkan sokak hareketinin dinamikleri çok farklıdır.  Ağır bir ekonomik buhran altında inleyen bir toplum ve meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar gibi güçlü gerekçelere rağmen, sokak hareketi olarak ortaya çıkan bu toplumsal muhalefeti yönetememek ve bu enerjiyi doğru adrese kanalize edememek affedilir bir durum değildir. Muhalefet partileri bu konuda da çuvallarlarsa, Türkiye’nin hızla ilerlemekte olduğu çöküşten, en az iktidar kadar sorumlu olacaklardır.

Mansur Yavaş’ın Kürt çocukları için kullandığı dil, protestolarda kullanılan dövizlerde yazılı ayrıştırıcı sözler vb durumlar, hala aynı kafa ile hareket edildiğinin göstergesidir. Farklı ideolojilerin bir araya gelmesi zor olsa da bu ideoloji gruplarının otokrasinin demokrasiye evrilmesi paydasında bir araya gelmelerine engel bir durum yoktur. Türkiye’de demokrasinin gelişmesi önündeki en önemli engel, “ötekiye olan tahammülsüzlük”, yani kendisi gibi olmayanla birlikte ve eşit yaşama konusundaki tahammülsüzlüktür.

Türkiye ulus olmayı başaramayan, bir arada yaşama kültürünü geliştiremeyen ve anayasal bir zeminle kurumlarını oluşturamadığı için cemaatleşen bir devlettir. Siyasi, dini ve etnik cemaat kültürü şeklinde varlık gösterdiği için bir arada yaşama kültürünü öğrenemediler. Ulus olmayı beceremeyen devletlerin bölünmeye mahkûm olduğunu belirtmek gerekir.

Öte yandan, otokrasileşen bir rejimde muhalefet partilerinin siyaset yapma alanının daraldığı ve elinin zayıfladığını da görmek gerekir. Geçmişte ordu ve çeşitli kurumların varlığı rejimin dengesini bir şekilde koruyorlardı ama günümüz Türkiye’sinde seçimlerle hükümeti değiştirebilecek kurumsal mekanizmaların dahi çoktan tüketildiği bilinen bir gerçekliktir. Artık güç kimdeyse iktidar ondadır, günümüzdeki güç ise silahtır, paradır.

Ordunun işlevsiz hale getirilip Erdoğan’a teslim olduğu, tüm kurumların içinin boşaltıldığı böylesi bir ortamda, sivil direnişle iktidarın hele mevcut iktidarın değişebileceğini ummak bu saatten sonra saflık olacaktır.

İşin bir de dış güçler durumuna baktığımızda; Trump’ın NATO’yu dağıtmak yönündeki sözlerinin etkisiyle, her ne kadar Batı’nın yeni bir Avrupa ordusu içerisinde Türkiye’nin olmasını istediği ve bu sebeple Erdoğan’a karşı sessiz kaldığı iddia ediliyor ise de, esas önemli sebebin, Batı Avrupa’da da demokrasinin aşınmış olması ve aşırı sağın yükselişte olması nedenleriyle Türkiye’ye müdahale edebilecek durumda olmadıklarını görüyoruz.  Bu nedenle içerdeki saray rejimine karşı ortaya çıkan direncin, dış çemberden destek görmeyeceğini söylemek isabetli olacaktır.

       Ayrıca Suriye’nin hala belirleyici olduğu bir denklemde, içerideki hukuksuzluklar konusunda dış güçlerden sadece sembolik kınama mesajları dışında bir şey beklenilmeyeceğini kabul etmek gerekir.

Şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu krizin sadece siyasi bir kriz değil aynı zamanda bir toplumsal buhrana da işaret ettiğini görüyoruz. Çünkü bu iktidarla birlikte bir toplumsal değişimin meydana geldiği bilinen bir gerçekliktir.  Sınıfların değiştiği, ezenlerle ezilenlerin yer değiştirdiği ve ezilenlerin de aynı zalimliği yaptığı tarihsel olarak deneyimlenmiş oldu. Mesela 90’larda solcuların, İslamcıların ve Kürtlerin meydanlarda olduğu ama İslamcıların iktidarı ele geçirdikten sonra zalimleşerek devleti ele geçirdiğine tanık olundu.

İçeride yaşananlara rağmen değişen ve dönüşen bir dünya var. Sosyal medya, yapay zekâ var. Askerlerin ve politikacıların yönettiği bir dünyadan artık CEO’ların veya şirketlerin yönettiği bir dünyaya geçildi. Popülist politikacılar arttı. Böyle bir dünyaya doğan gençlik artık klasik siyaset anlayışı ile yönetilmek istemiyor. Gelecek kaygısı taşımak istemedikleri, özgürlük ve refah istedikleri için sokaklara döküldüler. Bu durumun İmamoğlu ve CHP’yi aşan bir toplumsal muhalefet olduğu ortadadır. İktidarın okulları İmam Hatipleştirmesi, eğitim müfredatını değiştirmesi gibi uygulamalarla, yıllardır kendi zihniyetlerine uygun bir nesil yetiştirmek yönündeki tüm politikalarına rağmen, belki de başka bir iktidar görmemiş gençler tarafından bu sokak hareketinin ortaya çıkması daha da şaşırtıcı bir durumdur. Demek ki, Z kuşağını köhnemiş siyasi anlayışlarla yönetmenin devri kapanmıştır.

 

Erdoğan Gezi, 2019 İstanbul seçimleri ve İmamoğlu’nun görevden alınarak tutuklanması durumu olmak üzere üçüncüdür meşruiyet krizi yaşıyor. Saraçhane hareketi devam etmese de rejim çok ciddi bir meşruiyet krizi içerisindedir. İktidarın bu gerçeği görmeyen bir yerden devam etmesi mümkün değildir. Saraçhane’deki tarihsel kırılma, çok şeyin değişeceğinin işareti olarak kabul edilebilir.

Başka önemli bir hukuksuzluk ise, dünyanın en büyük barolarından olan İstanbul Barosu yönetiminin düşürülmesi meselesidir. Baroya kayyum atanmasından bahsedilmesi ne kadar pervasız bir rejimle karşı karşıya olunduğunun göstergesidir. Muhalefeti ve siyaseti ortadan kaldıran rejimin, göstermelik sandıkla demokrasi oyunu oynayarak, kurumsallaşan bir otokrasiye doğru evrildiğini herkes görüyor ancak hala bunun önü alınamıyor.

Sadece Saraçhane’de değil bu yıl Newroz alanlarına akın eden gençlerin varlığı da umudu yeşerten bir durumdur. İnsanların kendilerine sürü muamelesi yapılmasını istemediklerinin, birer birey olarak yaşamak istediklerinin cevabıdır aslında bu sokak hareketi.

“Tik Tok Gençliği” denilerek küçümsenen Z kuşağının, öncülük ettiği sokak hareketi ile herkesi utandırdığı bir gerçek. Bu enerji ve potansiyel yeni Ekrem’ler yeni Demirtaş’lar çıkaracaktır. Yeni dünya düzenine uyum sağlayan, gelişmeleri anında takip edebilen, birey olmayı öne alan bu gençliğin bu saatten sonra otoriter rejimlerle geriye götürülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu direnç karşısında, mevcut klasik yönetim anlayışının yaşama şansı artık kalmamıştır.

                                                                                                                                                       28/03/2025

                                                                                                                                                      EYLÜL YAYLACI