Yazar Sevim Korkmaz Dinç'in bugünkü köşe yazısında, ' HİNDİSTAN GÜNLÜĞÜ 2 ' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
HİNDİSTAN GÜNLÜĞÜ- 2
YANMAK İÇİN DOĞAN TOPRAKLAR
Otobüsümüz etrafı duvarlarla çevrili Pashupatinath’ın önünde durdu. Sanskritçe yazılarla süslenmiş kapıdan tapınak alanına girip bir yanı ormanla kalplı, ortasından Bagmati Nehri geçen alanda yürümeye başladık. Nehir boyunca yere serdikleri kilimlerin üzerinde yaşayan sadular, değişik tütsü ve tesbih satan satıcılar, bir anda etrafımızı saran güneşin tüm renklerini taşıyan kadınlarla farklı bir dünyaya girmiştik. Nehrin karşı kıyısında yanan bedenlerden alevler yükseliyor, gurular dua ederken insanlar biraz ötede sohbet edip bekliyordu.
Ölüm hayatın içinde, yaşamın bir parçası
Hindu felsefesine göre yaşam bir döngüden ibaretti, yaşam ölümle son bulmuyordu. Ölüm ve yaşam birbirini takip ederek sürekli varoluyordu. Hem Budistler hem de Hindular için kutsal Ganj’la birleşen Bagmati Nehri, krematoryum ritüeli için kutsaldı. Ölen kişilerin külleri nehre dökülürken, küllerin Ganj’a ulaşarak tanrıyla birleşeceğine inanıyorlardı. Bu nedenle birçok yaşlı insan, Hindular, Caynistler ve Budistler Samsara’dan kurtulup özgürlüğe ve sonsuzluğa, Mokşa’ya ulaşmak için tapınak çevresinde yaşıyordu.
Mokşa değişik bedenlerde yeniden doğmaktan kurtulmak, tanrıyla buluşmak demekti.
Ölmeye (mokşa) gelenlerin yaşaması için ağaçların arasında büyük hangara benzer binalar yapılmıştı. İnsanların bazıları yıllardır burada yaşıyormuş, bazıları birkaç ay önce yerleşmiş. Bedenleri sadece kemiğe dönüşenler kadar, hasta bedenlerini ince bez şilteler üzerinde dinlenmeye bırakanlar da vardı. Mokşa’ya yatan insanların internette dolaşan fotoğraflarını izlerken büyük bir huzursuzluk hissediyordum. Bu fotoğrafları seyretmek onların inancına, yaşama hakkına saygısızlık gibi geliyordu.
Ölü yakma ritüellerini, kutsal Bagmati Nehri’nin sularında yıkanan, suyuyla muska yapan insanları izler, Mokşa inancına göre ölmeye gelen insanların hikayelerini dinlerken duygudan duyguya sürükleniyordum.
Bagmati Köprüsü’nün üzerinde, nehir boyunca ölü yakma alanını görüntüleyerek selfi yapanlar yolu kapatıyordu. Fotoğraf karesine nehirden su alıp dua edenler, tütsü yakanlar, cenaze getirenler giriveriyordu. İnsanlar ne yanan bedenlere ne de getirilen cenazelere bakıyordu.
Gezginler bir kare daha çekme, geziyi kayda alma derdindeydi. Biraz daha gülümse… Yan dön, daha iyi çıkarsın… Elini arkadaşının beline koy… Yanan insanların hikayeleri unutulup belleğin derinliklerine atılmıştı bile. Şimdi unutma zamanıydı.
“Ölüm hayatın içinde, yaşamın bir parçası” düşüncesini bu topraklarda yaşamayanlar kolay kolay anlayamaz. Bizim için çok ilginç olan ritüeller, onlar için hayatın bir parçasıydı. Yapılan her duanın, yanan bedenden çıkan dumanın ve alevin onlar için felsefi anlamları vardı.
Yürüdüğümüz her yerde binaların, küçük küçük tapınakların üzeri değişik hayvan motifleri, erotik resimler ve Sanskritçe yazılarla süslenmişti. Antik Hindu felsefesinde seks gizlenecek, yasaklanacak bir şey olmadığı gibi yaşamın bir parçasıydı. Bu yüzden tapınakların ve sarayların kapılarını, duvarlarını erotik resimler ve dualar süslüyordu. Pashupatinath’ı gezerken, bir süre sonra ben de erotik resimlere alışmış, değişik şekillerde ve büyüklükte Lingamları doğal kabul etmeye başlamıştım.
Ama sadece seyretmek bir anlam ifade etmiyor, tüm mimikleri, jestleri, duaların sırlarını çözmek gerekiyordu. Her nesne, başka bir hikayenin kahramanıydı. Sık sık karşılaşacağımız Şiva’nın simgesi lingam, gerçekte siyah lingam taşından, penisi ve vajinayı temsil edecek şeklinde yapılmıştı. Her iki organ antik mitolojilerdeki Ying Yang ikiliğinden beslenerek bolluk ve bereketi temsil ediyordu.
Tapınak alanını gezerken gördüğüm sadular ise, dini bir hayatı seçip tüm dünya mallarından vazgeçen kendini aydınlanmaya adayan insanlarmış. Ama onlar da çağa ayak uydurmuş, sahte sadular türemiş. Bizim gördüğümüz sadular “sahte sadu” olarak adlandırılıyordu. Gerçek saduların asla dilenmediği, insanlarla çok az iletişime geçtikleri söyleniyordu. Gene de hiçbir geliri olmayan bu insanların, ziyaretçilerden hediyeler alması ve fotoğraf çektirmek için ücret talep etmesi insana doğal geliyor. Evleri olmayan, üstlerindeki yerel giysileriyle gece gündüz taş zemin üstünde yaşayan bu insanlar, sahte olsa ne olur, gerçek olsa ne olur…
Köprüden geçip Pashupatinath’a doğru yürürken Şiva ve Parvati hikayesinin geçtiği yemyeşil ormanı, çiçeklerle bezeli çayırları, cıvıl cıvıl şarkı söyleyen kuşları arasam da yıkılmaya yüz tutmuş beton ve ahşap binalardan, suyu siyahlaşmış nehirden, etrafta dolaşan maymunlardan, yorgun tapınaklardan başa bir şey göremiyordum.
Şiva ve Parvati Hikayesi
Hikayeye göre; binlerce yıl önce buralar cennet kadar güzelmiş. Ormanın içinde kuş sesleri yankılanır, çeşitli hayvanlar nehirlerin etrafında dolaşırmış. Tanrılar bazen kozmik işlerini bırakıp dünyanın tadını çıkarmak için hayvan kılığına girip bu cennete yerleşirlermiş. Tanrı Şiva ve karısı Tanrıça Parvati de dünyaya geyik kılığında gelmişler. Bagmati Nehri’nin bulunduğu ormanın güzelliğinden büyülenip burada yaşamaya başlamışlar. Zaman hızla akıp gitmiş. Bir gün gökyüzündeki tanrılar çifti geri çağırmışlar. Tanrı Şiva çağrıyı reddetmiş. Şiva ile Şiva’ya kızan tanrılar arasında büyük bir savaş başlamış. Yer gök alev almış, gürültüden insanlar evlerine saklanmış. Bu savaşta Tanrı Şiva boynuzlarından birini kaybetmiş. Boynuz gökyüzünden yeryüzüne inmiş ve toprağa saplanmış.
Yüzyıllar sonra inek kılığına bürünen Tanrı Kamadhenu (bolluk tanrıçası sığır çobanı) yeryüzüne gelmiş, toprağı sütüyle sulamış. Köylüler Şiva’nın simgesi lingamı böylece bulmuş.
Mitsel hikayeyi düşünerek binalarının arasında yürürken dua sesleri yankılanıyor, yüzlerce güvercin uçuşuyor, maymunlar etrafımızda dolaşıyordu. Her yerde dua tabakları satılıyor, alevlerin dumanı mistik bir hava yaratıyor, ama ben ne etrafımda dolaşan maymunların ne eski küçük tapınakların ne de etrafı gezen Nepalli insanların farkında oluyordum.
Sanskritçe yazılar, lingamlar, yanan mumlardan geriye kalan kırmızı eriyikler Şiva’dan çok, dua eden insanların çaresiz yakarışlarını hatırlatıyordu bana.
Sanskritçe yazılarla işlenmiş beyaz şalımı başımı örtüp sırlarını çözmek için tapınaktan içeri girmek istesem de olmadı. Stupalar içine sadece Hindu ve Budistlerin girebildikleri tapınaklarmış. Daha sonra başka bir yerde Şiva için yapılan bir tapınağa girip, detayları orada görsem de burada uğradığım hayal kırıklığına saklamayacağım.
Pashupatinath’ta Şiva’nın tanrılarla savaşını anlatan hikayeyi düşünerek etrafı gezerken bazen hüzünleniyordum, bazen kızıyordum ama ne cennete benzer güzellikler ne de muhteşem hayvanlar görebiliyorumdum.
Savaşlar ve katliamlar güzel ne varsa yok etmişti. Ormanlar yakılıp küçük bir koruya dönüşürken, Bagmati Nehri’nin suyu azalıp siyahlaşmıştı. Gökyüzünün mavisi solmuş, güneş ve ay insanlara küsmüştü. Şiva’nın gözleri beni izliyordu. Mistik bir duygu seline kapılmasam da yanan bedenlerden savrulan küller saçlarıma ve elbiselerime yapışıp kaldı.
11 Şubat 2025, İzmir